10 Mart 2012
Geçen Yıldan Aklımda Kalanlar
Aslında 2011 benim için bir takım meşguliyetler yüzünden, önceki yıllara nazaran daha az film izlediğim bir yıl oldu. Fakat yine de son derece nitelikli bulduğum birçok yapım var 2011'e ait. Bu yazıda gerek iyi, gerekse kötü bir şekilde aklımda yer edinen bazı filmlere değineceğim.
Aklıma ilk olarak tam bir yönetmen filmi olan Darren Aronofsky'nin Black Swan'ı geliyor. Natalie Portman ve Mila Kunis'in unutulmaz oyunculuklarıyla en sevdiğim filmler arasına girmeyi başaran Black Swan, izlediğim en iyi psikolojik gerilim olmasının yanı sıra atmosferiyle de beni büyülemeyi başarmıştı.
Hemen ardından, Colin Firth'lü King's Speech'i söylememek olmaz. Tom Hooper yönetimindeki film, İngiltere Kralı VI. George'u çok farklı ve insani bir açıdan ele alıyordu.
127 Hours ise aslında James Franco'yu pek takdir etmememe rağmen Danny Boyle yönetiminde başarılı bulduğum, tüm filmin tek mekanda geçmesine karşın, son derece tempolu, ve sıkıcılıktan uzak olduğunu düşündüğüm bir film.
Tek mekan demişken Buried'i anmamak olmaz. Zira Buried tek mekan olayının sınırlarını zorlayan, tamamı bir tabutun içinde geçmesine karşın, bu işten alnının akıyla çıkan bir yapım.
Bize Jennifer Lawrence gibi yetenekli bir oyuncuyu kazandıran Winter's Bone'da ayrı bir güzellik tabi. İzleyicide oluşturmak istediği algıyı hiiç zorlanmadan, benim biraz buruk ve soğuk bulduğum bir atmosfer içerisinde başarıyla veriyordu.
Woody Allen'ın Midnight in Paris'i Vicky Cristina Barcelona'da yakaladığımıza çok benzeyen bir tat bırakmasına rağmen, bir o kadar da farklıydı sanki. Başarılı sanat yönetiminin yanında, belli bir kesimin hayallerini anlattığı da bir gerçek.
Spielberg'ün yapımcılığını üstlenip, J.J. Abrams'ın yönetmenliğini yaptığı Super 8 ise beklentilerimin altında bir film olmasına rağmen, nostaljik çağrışımları sebebiyle keyif aldığım bir filmdi.
Yine Spielberg'ün adının geçtiği ve yapımcı koltuğunda Peter Jackson'la ohannes dedirtip, beklentiyi epey yükselten The Adventures of Tin Tin ise vadettiğini veriyor, ilk animasyon filmine imza atan Spielberg'ün neler yapabileceğini gösteriyordu.
Ama benim bayıldığım animasyon yine bu türdeki ilk yapıtını veren Gore Verbinski yönetimindeki Rango oldu. Spagetti Western ile soslanmış film izlediğim en keyifli animasyonlardan biriydi.
Hem erkek hem de kadın oyuncusunun aynı anda çok başarılı bir performans sergiledikleri ender filmlerden biri olan Blue Valentine'ı anmamak olmaz tabi. Aşk konusunda söyleyecek harbi sözleri olan film aklımda yer edinenlerden biriydi.
Aşk demişken, bu yıl izlediğim romantik komedilerden sadece ikisi aklımda kaldı. Biri içinde yine Ryan Gosling barındıran ve sonuyla beni şaşırtmayı başaran Crazy, Stupid, Love, diğeri ise Paul Feig yönetiminde, en başarılı bulduğum komedi dalındaki kadın performanslarına sahip Bridemaids idi.
Rise of the Planet of the Apes ise bence bugüne değin çekilenlerin en iyisiydi. Makyajla oluştutulan maymunlardan ziyade, hareket yakalama teknolojisi ile dijital olan yapılanlar daha çok hoşuma gitti diyebilirim. Tek sevmediğim James Franco'ydu sanırım.
Ve tekrardan, bugüne kadar çekilenlerin en iyisi olduğunu düşündüğüm X-Men: First Class... Daha başarılı altmetinlerle, tarihsel gerçekliği bilimkurguyla harmanlayan film bence en başarılı X-Men filmiydi.
Geçtiğimiz yıllar boyunca serinin her bir halkasıyla adeta hayal kırıklıkları silsilesi yaratan Harry Potter ise, serinin son halkası Deathly Hallows'un ilk bölümüyle beğenimi kazanırken, ikinci bölümle belki hayal kırıklığı yaratmasa da yardıramadı diyeyim.
Ve son olarak adeta sinema tarihine bir güzelleme kıvamındaki Hugo, Martin Scorsese yönetiminde unutulmazlarım arasında yerini aldı.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder
Sende düşünceni paylaşmak ister misin?