13 Mayıs 2011

Atonement (2007)


Filmi basitçe üç bölümde inceleyebilirim, fakat filmi izlerken bu basitlikten eser bulamazsın o ayrı. İlk bölüm, Shakspeare’in kaleminden dökülmüşçesine teatral, lirik ve şairane bir giriş yaparak bizi hikayenin özü ile tanıştırıyor. İşte bu bölümde aynen 13 yaşındaki Briony Tallis (Saoirse Ronan)gibi, bizde olanların ve yaşananların ciddiyetini kavrayamıyoruz. Kavrayamayışımızın sebebi ise yönetmenin, aslında çok daha çarpıcı ve iç burkucu bir şekilde anlatabileceği olayları, Briony’nin gözünden ve onun yaşının getirdiği kavrayış ile algılamamızı istemesinden kaynaklı olarak daha teatral ve bir anlamda etkisi azaltılmış bir şekilde anlatmasından dolayı böyle oluyor. Aynen 13 yaşındaki bir çocuğun, hayatı tüm gerçekliği ile kavrayamayışı gibi…



Filme konu olan aşkın, büyüklüğünü anlamamız açısından ikinci bölüme epik bir ayrılık hikayesi yerleştiriyor yönetmen. Biraz dram, biraz da tarihi gerçekler ile soslanmış bir ayrılık hikayesi. Sık sık geri dönüşler yaparak ta sebep sonuç ilişkisinin kafamızda şekillenmesine izin veriyor. Tüm zorluklara rağmen, aklın odaklandığı uzak diyarlardaki o tek kişi, ilk bölümde izlediklerimizin etkisini biraz daha artırmış olsa da, hala tam anlamıyla kavrayıp, Cecilia (Keira Knightley) ve Robie (James McAvoy)’nin ayrılığının sorumlusu olduğunu bildiğimiz Briony’ye karşı hınç ile dolduramıyoruz içimizi. Zira filmin başından sonuna kadar yönetmenin izleyiciye böyle bir his aktarmak istediğini de sanmıyorum. Daha soft, daha naif, belli belirsiz ama iz bırakan bir his iletmeye çalıştığını düşünüyorum yönetmenin.

Üçüncü bölüme geldiğimizde film artık ağır bir karakter dramına dönüşüyor. Ağır dediysem, aklınıza Nuri Bilge Ceylan’ın yarattığı atmosferlerden birini getirmeyin. Burada sözkonusu olan dram içinde hala birazcık teatrallik, biraz da lirik bir hava taşıyor çünkü. Aslında bu son bölümü gerçeklerle yüzleşme diye de adlandırabiliriz. Başından sonuna bildiğimiz gerçekleri karakterlerin bilinçaltından çıkarıp, yüz yüze geldiğimiz bölüm.  Bütün pişmanlıklar, geçmişin tozlu sayfaları arasında saklı kalmaya mahkum bırakılmış vicdan ve azap bu bölümde ortaya çıkıyor. Briony’nin Cecilia ve Robie üzerinden aslında kendisine iyilik yaptığı, kendi vicdanını rahatlattığı bu bölümde filmin geneline hakim olan o naif hava biraz bozulur gibi olsa da yönetmen son noktayı koyduğunda, aslında bunun filmin genel ritminin, yine filmi tamamlamak ve dengeyi kurmak  adına bir anlığına yükselmesine izin verildiğini fark ediyoruz.


İşte bu üç bölüm süresince, gerek oyunculuklar – Özellikle ilk bölümde Saoirse Ronan’ın performansı – ile, gerekse dönemin plastiğini kusursuz bir şekilde yansıtan sanat yönetimi ile, ve yine müziği ve ses kurgusunu bir anlamda iç içe geçirerek, yaşatılmak istenen havanın daha etkili kılınması ile ortaya çıkarılmış başarılı bir film seyretmiş oluyoruz.


0 yorum:

Yorum Gönder

Sende düşünceni paylaşmak ister misin?