5 Ağustos 2012

3 Film Birden



Birbiriyle pek alakasız filmler olacak ama, yazma aralıklarım seyrekleştiğinden haliyle izlediğim filmler de birikiyor. Gerçi geçen yıla kıyasla bu yıl izlediğim film sayısı da çok daha az. (İş yaşamı vs...)

İlk olarak en son izlediğim filmden başlayalım: The Hunger Games... Pek hoş, pek şahane bir fikirle ortaya çıkan kitabı okuduğumdan beri filmi de merak ediyordum. Lakin kitap serisi 2. ve 3. de saçmalamaya ve kalitesizleşmeye başladığından, sonrasında filme olan ilgim de azaldı diyebiliriz. Dün izlediğim The Hunger Games, ilk kitap yaratıcı bir hikayeye sahip olduğu için, senaryolaştırma aşamasında da bir başarısızlık yaşanmamış olacak ki, popüler sinema içerisinde değerlendirdiğimiz zaman ortalama bir film. sıkıcı bir tarafı pek yok, akıp gidiyor. Fakat yine de bir başyapıt beklemeyin. Gary Ross yönetimindeki film, bir "yönetmen sineması" örneği sayılmaz. Sırtını biraz Jennifer Lawrence'ın insanlar üzerinde bıraktığı etkiye ve oyunculuğuna dayıyor diyeceğim, ama Jennifer Lawrence'ın Winter's Bone'daki performansını izleyeceğinizi de sanmayın. Evde sıkılırken, "şöyle eğlencelik bir şey yok mu yahu?" dediğinizde beklentilerinizi karşılayabilecek bir film diyebilirim.



İkinci olarak ergenlik dönemimin biriciği sayabileceğim, her ne kadar sinematik açıdan incelediğimiz zaman vasatın üzerine çıkamayacak olsa da American Pie serisinin son filmi American Reunion'dan bahsedeyim.
Aslında ben bu filmi sırf nostaljik çağrışımlar yaptığından seyrettim diyebilirim. Zira sinema konusunda çok seçici olamadığım yaşlarda, Türkiye'deki popülaritesinden etkilenip seyrettiğim, seyrederken de eğlendiğim filmlerden biriydi American Pie. Ne de olsa herkesin bir popisi vardır. American Reunion'da da Önceki filmlerden tanıdığımız elemanların liseden mezun olmalarının üzerinden yıllar geçtikten sonra bir yeniden buluşma gecesi bahanesiyle bir araya gelmelerini seyrediyoruz aslında. Hikayenin geri kalanı bana göre önceki filmlerden çokta farklı değil. Cinselliğin değişik halleri, Stifler'ın annesi, Jim'in babası vs...

Son olarak The Amazing Spiderman'den bahsedelim. Aslında birçok arkadaşım benim gibi düşünmese de ben hikayenin Marc Webb tarafından en baştan ele alınmasına sevindim. Bunun bir kaç sebebi var; birincisi Sam Raimi her ne kadar iyi bir yönetmen olsa da, Spiderman sözkonusu olduğunda serinin her filminde aynı tadı vermesi, daha farklı söylersek, tadın hiç değişmemesi beni biraz sıkıyordu. İkincisi ise yeni dönemde süperkahraman filmlerinin daha derinlikli, bazen politik, bazen psikolojik bazen de tarihi altyapılarla ele alınıyor olması durumundan Spiderman'in de etkilenmesi arzuladığım bir şeydi. Ayrıca kimse inkar etmesin; Andrew Garfield, Tobey Maguire'dan daha iyi bir Peter Parker tablosu çizmiş. Bu ağ fırlatma olayının organik değil, -sadık kalarak- teknolojik bir çözümle aktarılması ve Marry-Jane yerine Gwen Stacy'nin gelmesi de hoşuma giden diğer ayrıntılardan. Hoşuma gitmeyen ayrıntıları ise, kötü adam kadrosunu Lizard'a vermeleri ve Spiderman denildiği zaman çok daha etkili bir şey beklememize yol açan fakat perdede biraz hüsrana uğratan 3D olayı sanırım...

0 yorum:

Yorum Gönder

Sende düşünceni paylaşmak ister misin?