13 Kasım 2010

Baştan Sona Harry Potter Değerlendirmesi



J.K Rowling’in fenomen haline gelen roman serisi Harry Potter daha filmleri yapılmadan önce birçok ülkede kendi hayran kitlesini yaratmış, adeta bir çılgınlık haline gelmişti zaten. Öyle ki Rowling’in yarattığı tutarlı dünyanın hayranları, romanların yayın tarihlerini öğrenir öğrenmez yayınevlerinin önünde geceden uzun kuyruklar oluşturup, kitabı ilk alan olmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. 7 kitap olarak planlanan seri aynen söylendiği gibi tamamlanmış olsa da, günümüzde Rowling’in seriyi tekrar devam ettireceğine dair söylentiler var. Bana kalırsa aynen başta planlandığı gibi kalmalı ve hikaye bizdeki kabak tadı veren tv dizilerine dönmemeli diye düşünüyorum.
Filmler hakkında ise bilirkişiler tarafından çoğu olumsuz olmak üzere birçok eleştiri yapıldı. Zaman zaman romanın hayranları dahi ortaya çıkan sonuçtan memnun kalmadı. Gerçi hayranların genel takıntısı olan kitabın birebir filme aktarılması fikrine ben pek katılmıyorum (sinema ayrı bir sanat ve ayrı bir anlatım biçimine sahiptir. Edebiyatta işe yarayan ve güzel duran yöntemler sinema için geçerli olmayabilir. Dolayısıyla bir eser sinemaya aktarılmak istenirse üzerinde bazı değişiklikler yapılması kaçınılmazdır.) ama eleştirmenlerle çoğu zaman aynı fikirde olduğumu söyleyebilirim. 
17 Kasım’da serinin son filminin ilk bölümü vizyona giriyor (Fiilmin neden ikiye bölündüğü ise tam bir tartışma konusu). Yani artık Harry Potter sinema perdesindeki yolculuğunun da sonuna geldi sayılır. Yıllar boyunca hem romanları hem de filmleri takip etmiş biri olarak, bu yazımda Harry Potter’ın sinema yolculuğuna en başından itibaren değinmek istedim. Umarım senin içinde keyifli bir okuma olur.



Harry Potter and The Philosopher’s Stone

Henüz J.K Rowling’in yarattığı dünyadan çok fazla insan haberdar değilken, yapımcı David Heyman malzeme arayışı için Londra’ya gider. İşte tam o sıralarda Heyman’ın asistanına malzeme çıkar mı diye okuyup değerlendirmesi için verdiği Harry Potter ve Felsefe Taşı isimli kitap, asistan Nisha’yı büyüler ve Harry Potter’ın bugünlere kadar olan sinema yolculuğunun başlamasına sebep olur. David Heyman’ın da Nisha’nın değerlendirmesini doğru bulması sonucu Harry Potter Warner Bros. sistemine girer.


Heyman, birçok senaristin kitabı senaryolaştırmayı reddetmesi üzerine, en sonunda Steve Kloves ile anlaşır. Kloves ; “Harry’nin çok esrarengiz bir karakter olduğunu düşünüyorum. Onunla ilgili bilgilere kitap boyunca yavaş yavaş ulaşıyorsunuz. Ama itiraf etmeliyim ki projede yer almamın asıl nedeni Hermione! Çok komik, sinir bozucu ve akıllı bir kız.” diyerek açıklıyor projeyle ilgilenmesinin sebebini.


Yönetmen koltuğu için ise ilk olarak Steven Spielberg’ün düşünüldüğü söyleniyor. Ancak İngiliz yazar J.K Rowling, Spielberg’ün hikayeyi Amerikanlaştırmasına şiddetle karşı çıktığından proje Chris Columbus’un ellerine kalmış. İyi olmuş diyemeyeceğim açıkçası çünkü Columbus hikayeye ve tasvir edilen görsel dünyaya abartılı denecek bir sadıklık göstererek , sinemada uygulandığı vakit pek hoş durmayacak bir anlatım biçimi kullanmış. Hatta : “Zaten bir başyapıt. Olduğu gibi güzel olan bir eseri neden değiştirmek isteyeyim ki?” sözleri bunu kanıtlar vaziyette.  Ayrıca kitabı okuduğunda keyif alan birçok yetişkin varken, Columbus’un projeyi tamamen bir çocuk filmi gibi ele almasından dolayı, projenin seyirci kaybettiğini düşünüyorum. Yönetmenlik koltuğu için adı geçen bir diğer isim Tim Burton’un yorumu nasıl olurdu çok merak ediyorum açıkçası. Bir yandan Harry Potter’ın büyülü dünyasını kendi büyülü dünyasına çevireceğinden adım gibi eminim, bu yüzden istemiyorum fakat bir yandan da sanki film bir daha çekilse ve Burton yorumlasa izlemesi gerçekten keyifli olurdu diye düşünüyorum.


İlk filmin yapılmasıyla, ana karakterleri canlandıracak oyunculara’da karar verilmiş oldu tabi. Özellikle Harry Potter’ı canlandıran Daniel Radcliffe çok yanlış bir seçim kanımca. Hem tip ve görünüş olarak hem de düşük performansından ötürü senelerdir Harry’nin onun vücudunda hayat buluyor olması tam bir kabus. En önemli diğer iki karakter olan Ron ve Hermione ise gayet uygun oyuncular tarafından canlandırılıyor.




Harry Potter and the Chamber of Secrets

Aslında Chris Columbus’un ikinci filmi de yönetiyor olması, yorum olarak ilk filmle neredeyse aynı özelliklerde ikinci bir filmin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Çünkü Columbus, ilk filmin ardından aldığı kötü eleştirileri hiç dikkate almamış olsa gerek ki, ikinci filmde de pek bir şeyi değiştirememişti. Hatta her yeni Harry Potter filmiyle birlikte söylenen “Bu sefer daha karanlık bir film oldu” repliğinin, Harry Potter ve Sırlar Odası için de kullanılmış olması şimdi bakınca o kadar saçma geliyor ki… Tabi Columbus’un tavrını hiç değiştirmemiş olmasının altında ilk filmin 900 milyon doları aşan bir hasılat yapmış olması sebebi yatıyor olabilir. Sırlar Odası hikaye olarak Felsefe Taşı’na nazaran daha aksiyonu bol bir film olmasına karşın Columbus tarafından yine hem çocukların hem de yetişkinlerin zevkle izleyebileceği şekilde değil daha çok çocuk izleyiciler düşünülerek yorumlanmış bir film. Dolayısıyla film hakkında ilk filmden farklı pek bir şey söylemek mümkün değil.





 Harry Potter and the Prisoner of Azkaban

Chris Columbus’un ailesine hiç zaman ayıramadığı şeklindeki açıklamasının ardından yönetmenlik kokltuğunu Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron’a bırakmış olması filmlerin seyrinin tamamen değişmesine sebep oldu. Ve kesinlikle iyi oldu. Belki de yönetmeni yüzünden benim favorim hala Azkaban Tutsağı’dır. Öncelikle Cuaron sayesinde gerçekten bir yönetmenin elinden çıkmış bir sinema filmi haline geldi Harry Potter. Alfonso Cuaron’un yorumu filmin her karesinde kendini hissettiriyordu. Film sanat yönetimi açısından da önceki iki filme fark atmış, Harry Potter’ın büyülü dünyasını çok daha estetik ve kitaba yakışan bir hale getirmişti. 


Kullanılan filtreler dahi, önceki filmin bazı karanlık olayları hiçe sayan sıcak filtrelerinden ziyade, bunun hem çocukların hem de yetişkinlerin izlerken keyif alabileceği şekilde tasarlanmış bir film olduğunu kanıtlarcasına sıcak ve soğuk dengesi çok iyi ayarlanarak seçilmişti.



Serinin üçüncü halkası önceki iki film gibi sona eren bir yapıdan çok, bilgi veren ve bir geçişi anlatan yapısı nedeniyle diğerlerinden ayrılıyor. Hikayeye konu edilen zamanda geriye gitme durumu, Alfonso Cuaron kurgusuyla gerçekten izlemeye değer bir hal almıştı.



Üçüncü filmle beraber hikayeye yeni eklenen karakterler, yeni oyuncuları da beraberinde getirdi.  Özellikle Garry Oldman, David Thewlis ve Emma Thompson, Alfonso Cuaron’un oyuncu seçimi konusunda Chris Columbus’A nazaran ne kadar başarılı olduğunu kanıtlar nitelikte.






Harry Potter and The Goblet of Fire

4. filmde tekrar yönetmen değiştiren serinin yapımcıları bu sefer hikayeyi Mike Newell’ın ellerine bıraktı. Newell’ın Harry Potter’ı en Hollywoodvari anlatımla işleyen yönetmen olduğunu düşünüyorum.  Merkezine üç büyücü turnuvasını yerleştiren film, o güne kadar yapılan Harry Potter filmleri arasında aksiyonu en bol filmdi. Karakterler ve oyuncular büyümüş, Hikayeye hiç olmadığı kadar aşk ve entrika girmişti. Bunun yanında tehlikeler daha gerçekçi ve korkutucu olmakla beraber, tamamen olmasa da çocuk filmi zihniyetini bir nebze göz ardı etmişlerdi. Hayranların en sabırsızlıkla beklediği olaylardan biri de, bu filmde Harry’nin can düşmanı efsanevi Lord Voldemort ilk kez tam anlamıyla ete kemiğe bürünerek göz önüne çıkacaktı. Voldemort’u canlandırması için Ralph Fiennes ile anlaşan yapımcıların bu konuda doğru bir karar verdiklerini düşünüyorum.


Rupert Grint ve Emma Watson önceki filmlerdeki tutarlı performanslarını iyi bir şekilde devam ettirirken, Daniel Radcliffe’te Alfonso Cuaron’dan bir şeyler öğrenmiş olmalı ki, iyi bir performans sergilemese de öncekilere nazaran bir adım öndeydi. Söylenene göre Yönetmen Mike Newell, Radcliffe’e  filme hazırlanmak için North By Northwest tarzı gerilim filmleri izlemesini önermiş.


Rowling’in en başından beri filmlerde görev alacak kişilerin İngiliz olmasını tercih ettiğini biliyorum ancak önceki üç filmin yönetmenlerinden biri İtalyan diğeri ise Meksikalı idi. Mike Newell ise serinin ilk İngiliz yönetmeni. Filmin Hollywoodvari olması da bu açıdan garip geldi bana. Üstelik J.K. Rowling daha ilk filmden hikayenin Amerikanlaştırılmasına şiddetle karşı çıkmıştı.



Romanın son derece karmaşık bir yapısı ve kurgusu var, Mike Newell bunu filme anlaşılır bir şekilde aktarmayı başarsa da Alfonso Cuaron kadar tarzını yansıtmayı başaramadı. Cuaron hem bir Harry Potter filmi çekip, hem de onun büyülü dünyasını özünü bozmaksızın kendi tarzıyla yansıtabilen tek yönetmen sanırım.



Harry Potter and the Order of the Phoenix

“Öncekilerden daha karanlık bir film” tanımlamasını sadece bu film ve bundan sonraki filmler hak ediyor sanırım. Zümrüdüanka Yoldaşlığı hem görsel olarak hem de konu olan olaylar ve bunların yansıtılış biçimlerinden dolayı gerçekten daha karanlık bir film. 



Ayrıca seri tek bir yönetmene ve tek bir tarza ancak bu filmden sonra sahip oluyor. David Yates sözkonusu karanlık tarzı kendi yorumundan ötürü mü yoksa hikayenin doğal akışı karanlıklaştığı için mi ekledi bilmiyorum ama Alfonso Cuaron’dan sonra serinin başına gelen en iyi şey olduğu kesin. Bu filmle birlikte seri, çok takdir ettiğim oyunculardan biri olan Helena Bonham Carter’ı da kazanıyor. Her ne kadar kimileri Carter’ın Bellatrix yorumunu abartılı bulsa da ben karaktere farklı bir ruh kattığını düşünüyorum (Zira Bellatrix Lestrange benim favori karakterimdir.)


Bu filmden sonra hem kitaplar hem de filmler için çocuk filmi-kitabı tanımlamasını kullanmak biraz güç. Çünkü özünde küçük bir büyücünün yaşamını çocuklara anlatmak için başlamış olan hikaye, karakterlerin büyümesiyle daha da olgunlaşarak,  çocuk kategorisinden tamamen çıkıyor.  Bünyesindeki didaktik öğeler hala yerinde duruyor tabiî ki fakat yetişkin filmlerinde gördüklerimizden çokta farklı değiller.



Harry Potter and Half-Blood Prince

6. Filme geldiğimizde aynen Azkaban Tutsağı’nda olduğu gibi hikaye hakkında bilgi veren ve geçiş sağlayan bir filmle karşılaşıyoruz. Hogwarts Cadılık ve Büyücülük okulu hiç olmadığı kadar ürkütücü ve tekinsiz yansıtılıyor. Karanlık Lord’un yeniden yükseldiği gerçeği tüm büyücü halkı için resmi bir gerçek halini aldığından hikayeye daha büyük bir korku ve gerilim hakim. Film Alan Rickman’ın canlandırdığı iksir hocası Prof. Severus Snape’e  hiç olmadığı kadar eğilirken, aynı zamanda Voldemort’un geçmişi ve nasıl Voldemort olduğu hakkında da birçok bilgi sunuyor izleyicisine.  Aşk ve entrikalar ise artık serinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş durumda.




Harry Potter and the Deathly Hallows

Fantastik serinin finali yine David Yates yönetmenliğinde fragmanlardan görüldüğü kadarıyla son derece destansı ve aksiyon dolu bir finale benziyor. 2 ye bölünmüş olması ticari kaygılardan ötürü mü yoksa gerçekten Steve Kloves’un “Sonuçta pek çok tartışmaya neden olsa da filmin ikiye bölünmesinin en yaratıcı karar olduğunda herkes hemfikir oldu. Böylece karakterleri daha geniş şekilde ele alabilecek ve onlara daha uygun bir şekilde veda edebilecektik. Hikaye çok duygusal ve bu duygusal anların nefes alması, fazla sıkıştırılmaması gerekiyor. Kişisel olarak hem Harry Potter’ı bize kazandıran J.K Rowling’e hem de Harry Potter fanlarının yıllar süren sadakatine karşılık olarak elimizden gelenin en iyisini, onlar için en doyurucu deneyimi vermeye gayret ettik. Aslında yıllar önce böyle bir şeyi Ateş Kadehi’ni çekerken de düşünmüş ama uygulamamıştık.” Şeklindeki açıklamasında ve yapımcı David Heyman’ın “Başlangıçta tek film olarak çekmeyi düşünüyorduk ama gerçekten durumu analiz ettikçe pek çok şeyi tek bir filme sığdıramayacağımızı anladık. Serinin önceki filmlerinde bazı bölümleri filme almamıştık ama son roman için böyle bir yöntem izleyemezdik.  Romandaki her olay önemliydi ve bunları atmak büyük bir riske girmek anlamına geliyordu. Uzun tartışmalar boyunca önce filmin dört buçuk saat sürmesi üzerine düşündük. Bu mümkündü ama seriyi takip eden genç seyirciler için sıkıcı bir deneyime dönüşebilirdi. Bu nedenle iki buçuk saatlik iki filmin daha doğru bir karar olduğuna ve seyirciye daha zengin bir deneyim sunacağına kanaat getirdik.” Cevabında olduğu gibi masum bir sebepten mi bilemiyoruz.



Bu son filmin yönetmen koltuğu için M. Night Shayamalan, Alfonso Cuaron ve Guillermo del Toro düşünülmüş. Cuaron ya da Toro’ya hayır demem fakat Shayamalan’ın koltuğu kapmadığı iyi olmuştur sanırım. Ama sonuç olarak tekrar David Yates’te karar kılınmış.


David Yates’in açıklamasına göre ilk bölüm daha çok aksiyona eğilmiş ve yollarda geçen bir filmken, ikinci bölüm ruhani bir yolculuğa sahne oluyor. Büyük savaşları da bünyesine alan film ister istemez daha epik bir hal almış durumda.



 Henüz izlemediğim için film hakkında eleştirebileceğim pek bir şey yok fakat, izledikten sonra Ölüm Yadigarları Bölüm 1 için yazılmış yeni bir yazıda görüşmek üzere.


0 yorum:

Yorum Gönder

Sende düşünceni paylaşmak ister misin?