20 Ocak 2011

Never Let Me Go (2010)


Buruk hikayesinden ötürü, izlerken zaman zaman eleştirel izleyici misyonunu bir kenara bırakıyorsunuz ister istemez. Teknik açıdan bir kusuru olsa bile filmin – ki ben denk gelmedim – kendinizi hikayeye öylesine kaptırıyorsunuz ki, fark etmeniz neredeyse imkansız. Gerçekten başarılı bir senaryo nelere kadir.  Tabi filmin bir roman uyarlaması olduğunu da göz önünde bulundurursak yazar Kazuo Ishiguro’yu da tebrik etmek lazım.



Sadece Avrupa’dan çıkma filmlere has bir durum vardır ya hani. Gerek oyunculukları, gerek kadrajlar, gerek hikaye, gerek kurgu bir başka türlü olur hani. İşte Never Let Me Go’da bir İngiliz yapımı olduğu için sanırım, hem o hissi izleyicisine verirken hem de Avrupa sinemasında en yoğun Amerikan etkisinin İngiliz filmlerinde görülmesinden olsa gerek, Amerika’nın Oscar’a oynayan filmlerindeki o tatlılığa da sahip.


Filmin merkezindeki karakterler olan üç arkadaş, genel ahlak anlayışı içerisinde bakıldığı zaman, hikaye içerisinde yer yer erdem timsali yer yer de affedilmez olarak düşünülebilecek tavır ve davranışlar sergiliyorlar. Fakat bu üç insanın ihtiyacı olanlara organ bağışı yapmak için klonlanmış, ve kendi hayatlarıyla ilgili kısıtlı haklara sahip kişiler olduğunu bildiğinizden, ne yaparlarsa yapsınlar yargılayamıyorsunuz onları.  Filmin sonundaysa ağzınızda buruk bir tat kalıyor. Ama iyi bir film izlemiş olmanın memnuniyetini de hissediyorsunuz.


0 yorum:

Yorum Gönder

Sende düşünceni paylaşmak ister misin?